Euro 20 yaşında, ağır hasta AB hangi yönde ilerleyecek?
Euro’nun uluslararası mali piyasalarda fiilen işleme konmasının (Ocak 1999) 20. yılında, Euro ve onu ortak para birimi olarak benimseyen Avrupa Birliği (AB), geleceğini tehdit eden çok ciddi ekonomik, siyasi hatta kültürel risklerle karşı karşıya.
AB projesinin temelindeki en önemli taşlardan birini, 22 Ocak 1963’de, Elysee Sarayı’nda, dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle ile Almanya Başbakanı Konrad Adenauer’in imzaladığı anlaşma oluşturuyor.
Elysee Anlaşması iki ülke arasında yüzyıllardır süre gelen siyasi rekabete son vererek yeni bir işbirliği dönemini başlatıyordu. AB ve daha sonra Euro bu işbirliğinin üzerinde yükseldi.
Bugünkü hastalığın ortaya çıkmasında, değişen uluslararası koşulların önemli bir katkısı var. Ancak ekonomik dinamikleri birbirinden farklı ekonomilerin benimsediği ortak para birimi olarak Euro’nun yapısal zaaflarının ve AB projesinin önüne koyduğu hedeflere ulaşmakta son 20 yılda büyük ölçüde başarısız olmasının katkıları daha büyük.
Bu bağlamda, Almanya Başbakanı Angela Merkel ile Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un, 22 Ocak’ta Aachen’da bir araya gelerek, iki ülke arasındaki işbirliğini derinleştirerek, AB birlik sürecine yeni bir ivme kazandırmaya kararlı olduklarını vurgulamaları, AB’ye, birliğin egemen ekonomik modeline karşı ulusalcı, yabancı düşmanı, kimlikçi, karşı popülist tepkilerin yükselmekte olduğu bir dönemde özellikle anlamlıydı.
Ancak ne uluslararası koşullar ne de AB bölgesinde güçlenmeye devam eden siyasi dinamikler, toplantının yapıldığı Aachen Belediyesi binasının dışındaki, AB bayrağı taşıyanların yanı sıra, Sarı Yelekli grubun varlığının anımsattığı gibi, iki liderin amaçlarına ulaşmasına izin verecek gibi görünüyordu.
Mayıs ayında Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerine doğru giderken, üye ülkelerde, AB sürecine en hafif deyimle şüpheyle bakan aşırı sağcı partilerin aralarındaki eşgüdümü arttırarak bir tür “cephe” oluşturma taktiği başarılı olursa, AB sürecini aksatacak bir direnç oluşabilir. Böylece de bu “hastalık” çok kritik bir aşamaya girebilir.
Üç ateş arasında
İngiliz Daily Telegraph gazetesinin bir yorumunda işaret edildiği gibi Almanya-Fransa yakınlaşması diğer üye ülkeleri yabancılaştırma riski taşıyor. Ancak AB süreci çok daha ağır sorunlarla karşı karşıya. Örneğin, uluslararası koşullar söz konusu olduğunda AB adeta üç ateş arasında ilerlemek zorunda.
Bir taraftan ABD’nin küresel etkinliği gerilerken bu gerilemeyi tersine çevirmek, “Amerika’yı yeniden büyük yapmak” iddiasıyla iktidara gelen Başkan Donald Trump, diğer yandan, Rusya’nın geleneksel egemenlik alanını (Rus Dünyasını-Russky Mir) yeniden oluşturmayı amaçlayan Devlet Başkanı Vladimir Putin, farklı nedenlerden ve farklı biçimlerde de olsa hem jeopolitik alanda AB’nin dayanak noktasını oluşturan Batı ittifakını zayıflatıcı, hem de AB üyelerinin arasındaki çelişkileri derinleştirici adımlar atıyorlar.
AB birlik sürecini tehdit eden üçüncü cepheyi de ekonomik krizin 2015’yılında patlak veren göçmenler krizinin etkileri altında yükselen AB karşıtı, kimlikçi, sağ popülizmi temsil eden partiler oluşturuyor.
Hem ABD hem Rusya
ABD’de Trump yönetimi, AB’nin, Rusya karşısındaki güvenliğini riske sokacak biçimde, NATO’dan çıkmaktan söz ediyor, Almanya’ya yönelik düşmanca bir dil kullanıyor, Almanya’yı ticaret savaşlarının hedefi yapmakla tehdit ediyor.
Trump’ın sağ popülist ırkçı politikaları, AB ülkelerindeki, AB karşıtı, ulusalcı, ırkçı popülist partileri, akımları cesaretlendiriyor. Bir dönem Trump’ın baş stratejisti olan Steve Bannon, AB üyesi ülkelerdeki, bu AB karşıtı, ulusalcı, popülist akımları ve partiler arasında bir eşgüdüm oluşturmak adeta bir “ulusalcı enternasyonal” başlatmak için çabalıyor.
Rusya lideri Putin “Rus dünyasını” yeniden oluşturma projesi kapsamında Çeçenistan’daki ayaklanmayı bastırdı, Gürcistan’ı askeri bir müdahaleyle disiplin altına aldı. İkinci adım olarak SSCB çöktükten sonra Rusya’yı kuşatmaya başladığına inandığı Avrupa’ya döndü.
Putin, Avrupa’nın doğu kanadında Ukrayna’yı hedef aldı. Ukrayna’daki krizin oluşmasında, AB’nin rolü bir yana, bu kriz hem Ukrayna’nın bir kısmını hem de Kırım yarımadasını, büyük bir jeostratejik öneme Sivastopol Limanı’nı Rusya’nın etki alanı içine aldı. Böylece AB ve Rusya jeostratejik olarak karşı karşıya geliyordu.
Rusya, büyük bir Rus nüfusa sahip Moldova’da da benzer bir strateji izleyerek. Transdinyester bölgesindeki ayrılıkçı hareketi destekliyor.
Sırbistan’da AB’yanlısı bir yönetim var ama Putin, Ortodoks Kilisesi ve derin tarihsel bağlarına dayanarak burada da Rusya’nın etkisini arttırmaya çalışıyor. Ukrayna’nın kuzey komşusu Belarus, Rusya’nın bölgedeki en sadık müttefiki olmaya devam ediyor.
Rusya sık sık, Litvanya, Latvia, Estonya gibi Baltık ülkeleri üzerinde gerek Ortodoks Kilisesi’nin sorunları gerekse de Etnik Rus nüfusun hakları üzerinden baskı yapıyor; iddialara göre siber savaş yöntemleriyle içişlerine, istikrar bozucu yönde müdahale ediyor.
İngiltere’de Brexit oylamasının ertesinde ortaya çıkan, güvenilir kaynaklara ve kanıtlara dayanan söylentiler, Rusya’nın AB’yi zayıflatmak amacıyla, bu sürece, Brexit yanlılarına, yaygın sosyal medya yardımı ve mali destek sağlayarak, müdahale ettiğini düşündürüyordu.
AB’nin birlik sürecinin daha de derinleşerek güçlü bir siyasi askeri blok yaratması Putin’in geleneksel etki alanını restorasyon projesini durduracak güçlü bir direnç yaratabilir. Bu nedenle Putin, AB birlik sürecinin daha da derinleşmesini, engelleyecek, azından yavaşlatabilecek, derinleşme sürecine karşı ulusalcı, kimlikçi, yabancı düşmanı ırkçı siyasi partileri, akımları destekliyor.
Viyana Üniversitesi’nden Siyaset Bilimi Profesörü Markus Wagner’e göre, bu partiler ve akımlar, “Putin’i ulusal gelenekleri ve reel politiği, enternasyonalizme ve açıklığa tercih eden bir tür yurtsever kahraman” olarak görüyorlar.
AB’nin Rusya’yı hedef alan politikalarına, yaptırımlara karşı çıkıyorlar; örneğin, Ukrayna krizinde, Kırımın Rusya tarafından ilhak edilmesini olağan karşılıyorlar.
Böylece Rusya ile AB üyesi ülkelerdeki aşırı sağcı partiler arasında, AB birlik sürecini hedef alan ve Putin’in “Russky Mir” projesini dolaylı olarak destekleyen bir ilişki oluşuyor.
İngiliz Times gazetesinin aktardığına göre, The Centre for European Reform Örgütü Direktörü Charles Grant, “bu aşırı sağcı partilerin, Putin’in partisiyle, yapısal bağları bu kadar yaygın biçimde resmi bağlar kurmuş oldukların görmek gerçekten çok şaşırtıcı” diyor ve ekliyor:
“Aşırı sağın yükselmesinin ardındaki ana etkenlerden biri Rusya demek istemiyorum ama Rusya’nın bunları desteklemek için stratejik nedenleri var”.
Amerikan Televizyon kanalı NBC’nin bir araştırması da, Putin’in Avrupa’daki aşırı sağ partilere yatırım yapmakta olduğunu öne sürüyordu.
Bir Rus bankası 2015 yılında aşırı sağcı Fransız lider Marine Le Pen’in partisine çok uygun koşullarda 9 milyon Evro kredi vermiş. Avusturya’da Norbert Hoger’in liderliğini yaptığı Özgürlük Partisi, 2017 yılında, Putin’in partisiyle 5 yıllık iş birliği anlaşması yapmış.
İngiliz Guardian gazetesi de, popülist 5 Yıldız Hareketi ve aşırı sağcı Lig Partisi’ni iktidara taşıyan İtalya’daki genel seçimlerinden sonra “Putin’in Avrupa’daki dostları” başlıklı yazısında bu konuya değiniyordu.
Gazete, 5 Yıldız lideri, yeni Başbakan Giuseppe Conte’nin Rusya’ya açılmaktan söz ettiğini, Rusya’yı askeri bir tehdit, ve düşman olarak değil “potansiyel ortak” olarak gördüklerini vurgulayan sözlerini aktarıyordu.
Lig Partisi lideri Matteo Salvini de “Rusya’dan mali yardım aldıklarına ilişkin iddiaları yalanlıyor” ancak “Putin’e hayranlığını gizlemiyor, savaş için değil barış için çalışmak istediğini” söylüyor.
Yıkmak mı, yeniden şekillendirmek mi?
Halen, İtalya, Avusturya, Polonya, Macaristan, Romanya, Slovakya, Danimarka, Finlandiya da aşırı sağcı, yabancı düşmanı, İslamafobik, Yahudi düşmanı partiler ya iktidarda ya da muhafazakar partiler, onların dışardan verdikleri destekle hükümete kalabiliyorlar.
Henüz bu düzeyde bir güce ulaşmamış olsalar bile, İngiltere’de UKIP, Almanya’da AfD, gibi partiler muhafazakâr partileri sağa doğru kaymaya zorluyorlar.
İspanya’da yeni oluşan Vox son Endülüs seçimlerinde yüzde 11 oy olarak herkesi şaşırttı ve ülkenin siyasi coğrafyasında güçlü bir görünürlük kazandı.
Mayıs ayınca AB üyelerinde halklar, Avrupa Parlamentosu’na gönderecekleri temsilcilerini seçecekler.
İngiltere’de yayımlanan New Statesman dergisinde Paul Mason’un aktardığına göre, ulusal çapta yapılan kamuoyu yoklamalarının sonuçları, hemen yer ülkede aşırı sağcı popülist (yabancı düşmanı ırkçı partilerin) seçimlerde oy oranlarını artırmalarını beklemek gerektiğini gösteriyor.
Paul Mason iki noktaya dikkat çekiyor. Birincisi, bu seçimler merkez sağ partileri daha da sağa çekerek gelişecek. Macaristan, Romanya gibi yerlerde, medya kontrolü baskı, şiddet, manipülasyon seçim sonuçlarını belirleyecek.
İkincisi, eğer aşırı sağ 750 kişilik Avrupa Parlamentosu’na 100 temsilci sokabilirse, geleneksel muhafazakar partileri bir araya getiren Avrupa Halkları Partisi (AHP) grubu daha sağa kayarsa, Meclis’te AB sürecini sabote edebilecek.
Almanya’da Der Spiegel dergisinin kaygısı da bu yönde. Spiegel’in araştırması, sağ populist partilerin. Mayıs seçimlerin doğru etkinliklerini koordine etmeye, hep birlikte seçimlerde elde edecekleri başarılarla Parlamento’da etkili bir gurup kurmaya hazırlandıklarını gösteriyor.
Der Spiegel buna örnek olarak geçen Kasım ayında, Belçika Flemenk bölgesi, İtalya, Çekoslovakya, Fransa gibi Avrupa ülkelerinden gelen aşırı sağ partilerin temsilcilerinin, Bulgaristan Millet Meclisi’nde Avrupa’ya yeni bir yön verme olasılıklarının konuşmak üzere gerçekleştirdikleri bir toplantıya dikkat çekiyor.
Fransız Le Monde gazetesi de Aralık sonunda ve Ocak başında yayımladığı iki yorumda, Romanya’da seçimleri kazanarak iktidara gelen Sosyal Demokrat Parti’nin Macaristan ve Polonya’da iktidarda olan popülist, otoriter, ulusalcı ve yabancı/Yahudi düşmanı partilerin politikalarını benimseyerek, yargı bağımsızlığını hedef aldığından, AB’ye karşı düşmanca bir tavır takındığından, milyarder George Soros’u hedef alarak Yahudi düşmanlığını körüklüyor olmasından duyduğu kaygıları dile getiriyordu.
Bu yılın ilk yarısında AB Dönem Başkanlığı’nı Romanya’nın üstlenecek olması da özellikle kaygı vericiydi.
Euro’nun 20. yılında AB ağır hasta
Gerçekten de Euro’nun 20. yılında AB ağır hasta. Mayıs ayında yapılacak AP seçimlerine gidilirken bu hastalığın bütün semptomları kendilerini göstermeye başlıyor.
Bunların başında AB yönetiminin ekonomik ve kültürel olarak bir Avrupa vatandaşlığı kimliği yaratmadaki başarısızlığı geliyor. Bu başarısızlık bir taraftan kendini AB’nin merkezi yönetimine tepki, diğer taraftan bu ortak vatandaşlık kimliği eğer oluşmuş olsaydı doldurmuş olacağı ancak şimdi boş kalmış olan yeri, Beyaz Hıristiyan, milliyetçi bir kimlik dolduruyor.
Böylece Avrupa’nın modern tarihinin en karanlık canavarları, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, sağ popülizm den faşizme uzanan aşırı sağ siyasi akımlar, komplo teorileri geri geliyor.
Bu geri gelişin arkasında, bir taraftan, AB projesinin başından bu yana içerdiği gerginliklerin, dinamikleri farklı ekonomilere bir ekonomik modelin dayatılmasının getirdiği dengesizlikler vardı. Diğer taraftan da bu dengesizlikleri sonuçlarının tüm şiddetiyle ortaya çıkaran mali kriz ve ekonomik durgunluk vardı. Bu resme Ortadoğu ve Afrika’da küreselleşmenin ve ve ABD hegemonyasının dağılmasıyla ortaya çıkan istikrarsızlıkların yarattığı göçmenler dalgası eklenince, sağ popülist akımların yükselmesine uygun iklim oluştu.
Şimdi göçmenler dalgası yavaşladı ama dünya ekonomisi ve AB yeni bir ekonomik daralma dönemine giriyorlar. Geride kalan 10 yılda popülist partileri yükselten dalganın enerjisi önümüzdeki dönemde tazelenecek gibi görünüyor.
Kimi yorumcular, Mayıs seçimlerinden sonra bu dalganın AB’nin, birlik sürecinin ilerleyişini tehlikeye sokmasından korkuyorlar. Kimi yorumcular da bu dalganın AB’yi yıkmak yerine kendisine benzetmesinden korkuyorlar.
Bence her ikisinin birden gerçekleşmesi daha büyük ve daha korkutucu bir olasılık: Yani, popülizmin ana karakterleri yaygınlaşıp güçlenerek tüm Avrupa ülkelerini etkisi altına alırken, AB üyesi ülkelerin yönetimlerinde egemen olacak popülist akımların ulusalcı özelliklerinden dolayı, devletler arasında gerginliklerin ve rekabetin artması.
Bu da giderek AB öncesi dönemi anımsatan, patlayıcı bir jeopolitik karışım anlamına gelecektir.(BBC)