Harekatta hayatını kaybeden 498 Türk askeri bugün törenlerle anılıyor. Askeri müdahale sonucunda Kuzey Lefkoşa dahil olmak üzere adanın yüzde 37’si Türk kontrolüne geçti.
Rumlar bu harekata ‘Kıbrıs Türk İstilası’ adını verdiler ve o tarihten bu yana da kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni (KKTC) tanımadıkları gibi Türkiye’yi de işgalci olarak nitelendirdiler. Bu durum Birleşmiş Milletler (BM) ve Avrupa Bİrliği (AB) tarafından da bu şekilde kabul görüyor. Bu sebeple Türkiye bugün KKTC’yi tanıyan tek ülke konumunda ve AB ile müzakerelerinde ilerleme sağlanamıyor.
Peki, bu noktaya nasıl gelindi? Tüm süreç nasıl gelişti? Kıbrıs harekatı öncesi, sırası ve sonrasında adanın ve Türkiye’nin kaderi nasıl şekillendi?
Harekat sürecine nasıl gelindi?
Mesele Osmanlı İmparatorluğu’nun İstanbul’u Ruslara vermemek için İngilizler ile 1878’de yaptığı ada pazarlığına kadar gidiyor ancak adadaki gerilime odaklandığımızda görülüyor ki ‘Enosis’ yani adayı Yunanistan’ın bir parçası yapma fikri Rumların birinci dünya savaşından itibaren ulaşmak istediği bir hedef.
İngilizler Kıbrıs’ı Yunanistan’a teklif etti
Birinci dünya savaşı sırasında Rumlar, İngiliz Yüksek Komiserliği’ne mektuplar yazarak adadaki Müslümanların güvenliğinin İngiltere güvencesi altında kalması koşulu ile adanın Yunanistan’a verilmesini talep etti. İngilizler de Yunanistan’ın kendi saflarında savaşa katılmaları koşuluyla 1915’te Kıbrıs’ı Yunanistan’a verme teklifini sundu ancak Yunanistan savaşa girmek istemediği için bunu o dönem kabul etmedi ve teklif hükümsüz kaldı.
İki yıl sonra savaşın bitimine az bir zaman kala Almanya’nın kaybedeceğini gören Yunanistan savaşa girdiklerini ilan ederek İngiltere’ye yaptığı teklifi hatırlattı ve Kıbrıs’ı istedi.
Lozan’da Kıbrıs’ın durumu
O yıl İngilizler bu teklifin hatırlatılacağını öngördüğü için bir adım atarak adada ikamet edenlerin isterlerse İngiliz vatandaşı olabilmeleri için iki yıl süre tanıdı. Savaş sırasında Türklerden birçoğu zaten Anadolu’ya göç etmişti. Savaş sonrasında da İngiltere’nin sunduğu şartlar altında İngiliz vatandaşı olmak istemeyenler de göç edince Lozan Antlaşması’nda ada için pek bir umut kalmadı ve İngiltere tarafından zamanında ilhak edilmiş olan Kıbrıs’ın işgali, Lozan’ın 16, 20 ve 21. maddeleri sayesinde yasal statüye kavuştu.
Lozan imzalandıktan sonra Kıbrıs’ta kalan Türklere yine iki yıl boyunca Türk vatandaşı olarak Türkiye’ye göç etme hakkı verildi fakat bunu yapmayanlar da otomatik olarak İngiliz vatandaşlığına geçirildi.
Yine bu tarihler arasında (1923 – 1925) bir kez daha Kıbrıs’tan Türkiye’ye yoğun bir göç yaşandı ve bu göç 1939’a kadar sürdü. Adadaki Türk nüfusunda ciddi azalma oldu.
İki toplum arasında güven bunalımı
Adadaki Türk varlığı sayısal olarak iyice azaldığı sıralarda Rumların ilk ayaklanmaları (1931) başladı. İngilizler ayaklanmalarda yer alanlardan bazılarını adadan sürdü ve bunlar arasında Girne Psikoposu Makarios da vardı. Takip eden tüm ayaklanma ve eylemlerde Rum Ortodoks Klisesi ve Yunanistan adadaki Rumlara el altından destek vermeye devam etti.
Rum ayaklanmaları nedeniyle, adada kalan Türklerin oluşturduğu Milli Cephe Partisi’nin siyasi etkinlikleri de İngilizler tarafından yasaklanmıştı ancak faaliyetlerine gizli şekilde devam etti. İkinci Dünya Savaşı sırasında ise baskılar yükseldi ve her iki toplumun faaliyetleri de yer altına indi ve radikalleşti. Her iki taraf da diğerinin gizli işlere devam ettiğini düşündüğünden güven bunalımı arttı.
EOKA’ya karşı TMT
1950’lere gelindiğinde Türkiye NATO’ya girmek için Batı ile iyi geçiniyordu. Bu dönemde Kıbrıs meselesi Türk siyasi gündeminde alt sıralara geriledi. Bu durum adada Enosis isteyenleri daha çok motive etti ve nitekim Yunanistan da NATO’ya girer girmez ada ile birleşmek için bastırmaya başladı.
İngiltere’nin hiçbir zaman buna yanaşmayacağını anlayan Yunanistan konuyu 1954’te BM’ye taşıdı. BM ilk başta konuyu gündeme almayı kabul etmedi ve ABD, Yunanistan’a meseleyi çözmesi için NATO platformunu işaret etti. Konunun NATO’da çözülmeyeceği görülünce 1955 yılı itibarı ile gerilla taktikleri baş gösterdi. Anadolu’nun işgalinde görev yapmış olan Kıbrıs doğumlu Teğmen Georgios Grivas tarafından ‘Kıbrıslı Savaşçıların Milli Mücadele Örgütü’ (EOKA) kuruldu. 1955 yılında ilk eylemler gerçekleştirilerek adadaki Türklere saldırılar yapıldı.
Saldırılar sonrasında adadaki Türkler 1957 yılnda ‘Türk Mukavemet Teşkilatı’nı (TMT) kurdu. Bu örgütün başında da Rauf Denktaş yer aldı. EOKA Yunanistan’ın bilgisi, izni ve isteği ile kurulduğu gibi TMT de Türkiye’nin bilgisi ve izni dahilinde kuruldu ve Türkiye’den çok sayıda eğitimli asker, silah ve mühimmat gizli şekilde örgüte sağlandı.
Her iki örgütün de eylemleri 1974 harekatına kadar devam etti ve her iki tarafta da çok sayıda insan hayatını kaybetti. Bu örgütlerin faaliyetleri Kıbrıs Barış Harekatı neticesinde son buldu. TMT ise 1976’da Kıbrıs Türk Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı’na dönüştrüldü.
Harekat nasıl oldu?
1960’lardan harekata kadar geçen süre içinde uluslararası raporlar, planlar, toplumlararası görüşmeler, Türk ve Yunan liderler arasında ikili buluşmalar, BM içerisinde yapılan denemeler, adada karşılıklı saldırılar, sürekli birbirinin önerilerini reddeden taraflar ve bir dolu girişim ile hiçbir yere varılamadan 1974 yılına kadar gelindi.
Bu sırada Rum tarafında, Yunanistan’daki cuntacı albayların desteğini alarak Makarios’a darbe yapan Nikos Sampson bulunuyordu. Kıbrıs Türk tarafında ise CHP-MSP koalisyonunun desteğini gören ve 1971 yılında oluşturulmuş olan ‘Otonom Kıbrıs Türk Yönetimi’ vardı. Bu yönetim bir yandan toplumlararası görüşmelere katılıyor bir yandan da 1960 Anlaşmaları ile çizilen çerçeve içerisinde kendi kendini yönetmeye devam ediyordu.
Birinci harekat: “Meşru müdahale”
Türkiye’de Başbakan Bülent Ecevit adada federasyon istiyor, Necmettin Erbakan da her şekliyle ABD karşıtı bir pozisyon tutarak Ecevit’e destek veriyordu. Geçen on yıl içinde Türkiye askeri kapasitesini arttırmış, gerekli hazırlıklarını tamamlamıştı. Adadaki saldırı ve ölümlerin devam etmesi üzerine ‘Garanti Anlaşması’nın 4. maddesi kullanılarak, 20 Temmuz 1974’te adaya çıkartma yapıldı.
Bu ilk müdahale dünyanın gözünde genel olarak meşru görüldü çünkü ne ABD ne de İngiltere Sampson’un darbesini ve anayasal düzenin yıkılarak adada gayrımeşru bir idarenin kurulmasını hoş görmemiş ve yeni yönetimi tanımadıklarını açıklamışlardı. Bu ilk harekat ile Sampson gönderildi ve ada yönetimi sivillere devredildi.
Cenevre’de Türkiye, Yunanistan ve İngiltere tarafından yayınlanan ortak deklarasyonda, 1960 Anlaşması’nın yasallığı tüm taraflarca kabul edildi. Ayrıca Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum şeklinde iki özerk yönetimin varlığı da yine kabul gördü. Hatta Türk askerinin geri çekilme şekli ve koşulları bile aşağı yukarı belirlenmişti.
İkinci harekat: “Fevri adım”
Ne var ki, ikinci Cenevre toplantısında anayasal statü konusunda uzlaşma çıkmayınca, Türkiye 14 Ağustos’ta ikinci askeri harekatı gerçekleştirdi. Bu harekat diğer tüm tarafların, Batı’nın ve uluslararası kurumların gözünde tamamen fevri ve gayrımeşru bir adım olarak görüldü ve görüşmelerin devam ettiği sırada yapılmış olması Türkiye’nin pozisyonunu zora soktu.
İkinci harekat sayesinde Türkiye adada Türkler için daha geniş sınırlar çizdi ancak dünya nezdindeki meşruluğunu yitirdi. İkinci harekatın sebeplerinden biri de adada Rumların Türk askerlerine olan taciz ve saldırılarıydı ancak Rumların yenilgisi açık ve ortadayken dünyanın geri kalanı buna önem göstermedi.
Özetle dünya birinci harekatı hukuki müdahale olarak gördü, ikincisini ise bir toprak işgali olarak algıladı. Nİtekim harekattan tam 40 yıl sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu ikinci harekat nedeniyle Türkiye’yi Rum kesimine 90 milyon Euro manevi tazminat ödemeye mahkum etti. Türkiye bu kararın bağlayıcı olmadığını ileri sürerek tazminatı ödemeyi reddetti.
Sonuçta Türkiye’nin ‘Barış Harekatı’ olarak adlandırdığı müdahale, BM tarafından ‘işgal’ olarak kayda geçirildi ve bu yönde BM kararları alındı.
Harekattan sonra neler oldu?
Harekat sonrası Sampson’ın gönderilmesiyle Enosis için çabalayan Makarios Aralık ayında adaya dönerek yeniden cumhurbaşkanı oldu. Ecevit’in koalisyon hükümetinin ömrü ise Kasım ayına kadar sürdüğü için gelişmelere müdahil olmakta yetersiz kalındı. İki ay sonra Şubat 1975’te ise böyle bir atmosferde ‘Kıbrıs Türk Federe Devleti’ iki kesimli bir federasyon hedefi ile kuruldu.
Bugün dahi adada Türk tarafnın hedefi siyasi eşitlik üzerine kurulu iki kesimli bir federasyondur. Adada daha önce 234 bin Türk bulunuyordu ancak yaşanan göçler, saldırılar ve harekat sonrası Türk tarafında 70 bin kişinin kaldığı tespit edildi. Türkiye adaya 40 bin kişi getirtti ve ayrıca nüfus mübadelesi yapıldı. Bu şekilde güneydeki 65 bin Türk daha Kuzey’e geçirildi. Bu mübadele her iki tarafta da insanların mal varlıklarının kalmasına neden oldu. Bu mesele de hala bugün ‘mülkiyet sorunu’ başlığı altında görüşülmekte.
Temenni dolu görüşmeler
Adadaki liderlerin çözüm görüşmeleri hemen Mart 1975’te başladı. BM çerçevesinde görüşmeler uzun yıllar devam etti ama bugün olduğu gibi o yıllarda da somut kazanımlar elde edilemedi. Bütün anlaşmalar sonu ‘-meli’ ve ‘-malı’ ile biten temenni cümlelerinden oluştu ve hiçbirinin bağlayıcılığı olmadı.
Rauf Denktaş uzun süre boyunca Kıbrıs Türklerinin lideri olarak bir devamlılık sağladı ancak Rum kesiminde yapılan seçimlerde sürekli liderler değişiyor ve yeni gelen lider bir öncekinin uzlaştığı noktaları reddedebiliyordu.
Bağımsız KKTC’nin doğumu
Ucu bir yere varmayan karşılıklı beyanatlar ile yıl 1983 oldu. Mayıs ayında BM’de alınan bir karar, Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne (KKTC) dönüşmesini tetikledi. Bu karar “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tüm ada toprakları üzerinde egemenlik ve denetim hakkı olduğunu belirtiyor ve ‘Kıbrıs Cumhuiryeti Halkı’ ifadesi kullanılıyordu. Ayrıca kararda ‘İşgal kuvvetlerinin çekilmesi’ isteniyordu. Türkiye ve Kıbrıslı Türkler kararı reddetti ve kendi kaderini tayin hakkını kullanma yolunun seçildiği duyrularak Kasım 1983’te Bağımsız KKTC ilan edildi. BM Güvenlik Konseyi ise aynı ay çıkardığı 541 sayılı karar ile KKTC’nin yasal bir statüsü olmadığını kayıtlara geçirdi.
Rumların AB üyeliği
Rum kesimi o günden bu yana Türklerin ayrı bir devlet değil sadece kendi devletleri içerisinde bir azınlık olduğunu ve azınlığın kendi cumhuriyetlerinin bir iç sorunu olduğu tezini işliyor. Bu pozisyon 1983’ten bu yana değişmiş değil. Bu tez aynı zamanda Rumların ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ şeklinde AB’ye üye olabilmelerinin de önünü açtı çünkü sınır sorunları yaşayan ülkeler bu sorunu çözmeden AB’ye üye olamıyorlar.
Rumların tam üye olması 1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin adaylık statüsü alması karşılığında kabul ettiği bir madde ile mümkün oldu. Bu paragraf aslında hem Kıbrıs’ta çözümsüzlüğün Rumların işine yaramasını hem de Türkiye’nin üyelik olasılığının kilitlenmesinin başlıca gerekçesi oldu. Sonuç bildirisinin 9. paragraf ‘b’ bendi şu şekildeydi:
“Adada siyasi çözüm olursa, Kıbrıs’ın tam üyeliği daha kolay ve çabuk gerçekleşir. Yok müzakereler bitene kadar bir çözüm olmazsa o zaman Kıbrıs’ın üyeliğine yine AB kendi karar verir ve bu karar için meselenin çözülmüş olması bir önkoşul olarak aranmaz.”
Kısaca AB bu şekilde Rum kesimini üye yaptığı anda bu sorunu bir sınır sorunu değil Rumların iç sorunu olarak tescil etmiş oldu.
Annan Planı
Harekat sonrası KKTC’nin ve dolayısıyla Türkiye’nin çözüme ve AB üyeliklerine en yaklaştığı an dönemin BM Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından hazırlanan ve referanduma sunulan plan oldu. Kasım 2002’de Annan tarafından sunulan öneri taraflarca eleştirilse de beş kez değişikliğie uğradıktan sonra 24 Nisan 2004’te referanduma sunuldu.
Ne var ki Rumlar zamana oynadı. Aslında referandum 6 Nisan 2003 tarihinde gerçekleşecekti fakat Rumların itirazları ile bu tarih ertelendi çünkü 16 Nisan 2003’te Rum Kesimi AB ile Katılım anlaşması imzalayarak büyük bir avantaj elde edecekti.
Bu süreçte Denktaş’ın plana ve görüşmelere olan olumsuz yaklaşımları devam etse de plan için referandum yapılması kabul edildi. Türk tarafı yüzde 64,9 ile ‘evet’ derken AB üyeliğini hali hazırda garantilemiş olan Rumlar yine referandumun ertelenmemesini gerekçe göstererek yüzde 75,8 ile ‘hayır’ dediler.
Sorun devam ediyor
Annan Planı pek çok anlamda önemli bir fırsat yaratmıştı. Ancak olumsuz sonuçlanması ile o tarihten bu yana adada ‘her konuda anlaşma sağlanmadan hiçbir konuda anlaşma olmuş sayılmaz’ prensibi görüşmeleri oldukça zor bir hale sokuyor. Adadaki taraflar belli bir noktaya gelse de üç garantör ülke olan İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ın adaya ilişkin beklentileri bu görüşmelerin gidişatını belirlemeye devam ediyor.(Euronews)