TÜİK, geçtiğimiz haftalarda uluslararası göç istatistiklerini yayımladı; ‘Türkiye’den göç yüzde 42,5 arttı’ başlığıyla pek çok yayın organında haber oldu. Ama giden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına bakarsak artış oranı çok daha yüksek.
Türkiye’den neden gidiyorlar?
2016’da ülkeden göç eden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının sayısı 69 bin 326 iken, 2017’de bu rakam yüzde 63.5 artarak 113 bin 326 olmuş. Neredeyse her ay 10 bin vatandaş ülkeden gitmiş.
Cinsiyet bazında bakıldığında çıkan sonu ise daha da çarpıcı. 2016’da Türkiye’den göçen Türkiye vatandaşı erkeklerin sayısı 43 bin 820. Bu rakam 2017’de yüzde 51.5’lik bir artışla 66 bin 400 olmuş. Kadınlarda ise artış çok daha fazla. 2016’da ülkeden giden Türkiyeli kadınların sayısı 25 bin 506 iken, 2017’de 46 bin 926’yı bulmuş. Yani ülkeyi terk eden kadın vatandaşların sayısı bir yılda yüzde 84 artmış!
Türkiye’ye dönen vatandaşların sayısında ise azalma var. 2016’da 107 bin 52 vatandaş Türkiye’ye dönerken, 2017’de bu sayı 101 bin 772’ye düşmüş.
İnsanlar, özellikle de kadınlar neden Türkiye’yi terk ediyor diye baktığımızda, detaylarda ayrışan ama özünde birbirine çok benzer nedenlerle karşılaşıyoruz.
“Kuralsızlıklar ülkesi”
“Sokakta karşıdan karşıya geçerken bile tedirgin oluyorum” diyor Serra: “Hem yaya iken hem de araba kullanırken bana yeşil yansa da, diğer yönden gelen olup olmadığına bakıyorum. Çünkü kuralsızlıklar ülkesi burası. Ölebilir ya da kazara ölüme sebep olabilirsin. Ve ölmekten daha kötüsü, işinin adalete kalması. En kötüsü bu çünkü ülkede hukuk yok.”
Çoğu insan gibi Serra’nın da gitmek istemesinin en önemli nedeni geleceğe dair ümidinin azalması, hatta kalmaması. Hem yaşam tarzına dair hem de ekonomik anlamda standartlarını yakalayamayacağına her geçen gün daha çok inanıyor: “Dünyadan, Batı’dan gelen teknolojik gelişmelerden ve bunun hayata etkilerinden çok kopuğuz. Kendini geliştirmek isteyen birisinin bu ülkede istediği ivmeyi yakalaması giderek zorlaşıyor. İfade özgürlüğünün olmaması, siyasete, topluma dair eleştiri dahi getiremiyor olmak da gelişme önünde engel. Oralara temas etmiş ya da eden birinin (yabancı dil bilen, yurt dışına okul, iş, tatil için gitmiş ve giden) buraya adapte olması iyice zorlaştı.”
“Saygısız ve tahammülsüz bir toplum olduk”
Son bir yıldır, Avrupa’ya göç etmeye hazırlanan Defne, bir yere insanın kendisini ait hissetmesi için orada doğup büyümenin yetmediği görüşünde: “İnsan bastığı toprağa yaradılış olarak da ait hissetme ihtiyacı duyar. Son 10 yılda Türkiye yaşaması en zor ülke oldu. Her yerde baş gösteren ciddiyetsizlik, düzensizlik ve çağ dışılık burayı yaşanmaz kılıyor. Metroda sıraya girmeyen insanlar, engelli asansörüne doluşan engelli olmayan vatandaşlar, 10 TL için birbirini dolandıran insanlar, kazıkçı esnaf derken, saygısız ve tahammülsüz bir toplum olduk. Keşke Amasya’nın elması, Malatya’nın kayısısı diye kalıp keyfini sürebileceğimiz huzurlu bir ülkemiz olsa. Öyle olsa kimse gitmezdi.”
“Gitmiyoruz, kovuluyoruz”
Türkiye’deki kayırmacılık da kaçırıyor insanları ülkeden. “Üniversitede okuduğum daldan tutun, mesleğime kadar her şey saygınlığını yitirdi önce” diye söze giriyor Sevda, “Daha sonra yapmaya başladığım işte sistemin bozukluğunu fark ettim. Rüşvetsiz adım atılamıyordu. ‘Onlar’dan olanlar istediklerini yaparken bizim işlerimiz ‘onlar’dan olmadığımız için engelleniyor. Yaptığımız işlere yurt dışında hızla maddi/manevi destek bulurken burada sürekli zora koşulmaktan bıktık. Hayal kurmaya, hedef koymaya, uzun vadeli plan yapmaya açız.”
Sevda sokağa çıktığında kafasına tuğla düşer mi, moloz kamyonu altında kalır mı, tersten gelen araba çarpar mı stresini artık yaşamak istemiyor: “Herkesin kurallara uyduğu bir çevrede hayatımı sürdürmek, başıma bir iş gelse de adalete güvenebilmek istiyorum. İnsana değer verilen, insan haklarının önemli olduğu, gülümsediğimde bana gülümseyerek karşılık veren insanların olduğu bir yerde yaşamak istiyorum. ‘Şu’cu veya ‘bu’cu diye yaftalanmadan, insan gibi yaşamak, ürettiğimin karşılığını almak istiyorum. Vicdan azabı da duymuyorum. Çünkü gitmiyorum, kovuluyorum. İlla bir vatanseverlik aranıyorsa, gittiğim yerde Türkiye’de benim gibi insanlar olduğunu da göstererek yurdu temsil edeceğime inanıyorum.”
“Ait olduğum yer bana ait değil artık”
Selin birkaç yıl önce İstanbul’dan Madrid’e göç etti. Memleket meseleleriyle hemhal olan herkes gibi o da çok yorulmuştu. “Attığım tweet yüzünden göz altına alınmamak, içtiğim biradan dolayı laf işitmemek, giydiğim etek nedeniyle tacize uğramamak, geçtim ideolojiyi, sadece doğayı ve yaşamı savunuyorum diye ‘hain’ ilan edilmemek için gittim” diyor. Çocuğunun tonla para dökeceği özel bir okulda değil -istemeyene zorla din eğitiminin verilmediği- devlet okulunda okumasını, parklarda oynamasını istediğini söylüyor: “Tünelde gördüğüm, giderek bize yaklaşmakta olan ışığın karşı yönden gelen başka bir tren olduğunu anladığımda düştüm yola. Aslında ben bir yere aittim ama ait olduğun yer bana ait değildi artık.”
Zaman zaman kendini, bağlamsız başı boş bur cümle gibi hissetiğini anlatırken “Bağlamım olmadığından anlamım da yok” diyor ve ekliyor:
“Ama bazen de iyi geliyor başka anlamlar bulabilmek için başka anlamlar aramak. Lanetli bir şey. Türkiye iyi olmadan da iyi olmayacak hastalıklı bir ruh hali.”
Selin entelektüel olarak Türkiye’den besleniyor; Türkçe romanlardan, Türkiye filmlerinden, Türkiye kültüründen… Yabancı dilde okuduğu kitaplar, okumak zorunda olduğu kitaplar genellikle. O yüzden Türkiye ile bağını asla koparmak istemiyor. Yaşadığı yerin kültürü onu zenginleştiriyor evet, ama besin kaynağı kesinlikle Türkiye.
Bu yüzden daha da kötüleşen koşullara ve ekonomik krize rağmen “Asla dönmem” demiyor, diyemiyor. Koşullardan bağımsız olarak biraz rahat nefes alıp soluklandıktan sonra dönebileceğini düşünüyor.
“Bu arada şunu da ekleyeyim” diyor, “Zaman zaman çok zorlanıyorum. Her şeye sıfırdan başladım çünkü; kariyerimi, sosyal çevremi, ailemi her şeyimi Türkiye’de bıraktım. Bir hayatı baştan inşaa ettim, ediyorum. Zaman zamansa acayip güçlü hissediyorum kendimi.”(Euronews)